Teknecizade İbrahim
İstanbullu olan sanatkar hattatlar arasında “Tekneci” lakabıyla meşhurdur. Celî yazıya karşı büyük bir alakası vardı. Aklâm-ı sitte celî’yi Hâlid-i Erzurumî’den öğrendi. Daha ziyade celî sülüsle meşgul olduğu anlaşılan hattatın eserleri şunlardır:
İstanbul’da Hasköy’de IV. Mehmed’in çeşmesi ile Kasımpaşa’da Emin Efendi Köprüsü’nün kitabeleri, Ayasofya Camii’nde Allah, Muhammed dört halife ve Hasan ile Hüseyin’in isimlerini taşıyan 8 levha (ki bunlar şimdi mevcut değildir), Valide Camii’nin (Yeni Cami) yazıları da onundur.
Bunlardan Ayasofya’daki levhaların 1054/1644’te yazıldığı Allah yazılı levhada bildiriliyordu. Eserler 1146/1733’te tamir için yere indirildiği sırada, alınan ölçülere göre yazılardaki elif harfinin genişliğinin 1 karış 8 parmak, boyunun da 25 karış olduğu ve yazıların Semerkand âmâdisi denilen kağıda veya astar üzerine yazıldığı bildirilmektedir. 1265/1849’da Ayasofya’nın onarılması sırasında Teknecizade İbrahim’in levhaları kaldırılmış ve daha sonra Kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılanlar yerlerine konmuştu.
Hattatın, Valide Câmii’ndeki yazıları [1074/1663] bize onun sanatı hakkında bilgi vermeye kafidir. XVII. asrın sonu olmasına rağmen henüz dikey harfler umumiyetle dik ve sertçe durumlarından kurtulamamıştır. Mamafih camiye bitişik “Hünkâr Kasrı” denen binalardaki yazılarda yumuşaklık ve tatlılık göze çarpmaktadır. Bu binanın mehdi hakkında Şâir Âsım tarafından söylenen ve Teknecizade tarafından yazılan yirmi dört beyitlik mehdiye, hat sanatı kompozisyonu bakımından üzerinde durulmaya değer. XVII. asır İznik işi olan koyu mavi çiniler üzerine yazılmış bulunan yazılar ise beyaz renktedir. Hattatın bu yazılara büyük bir ehemmiyet verdiği, yazıların çinilere geçirilişi sırasında İznik’e kadar gidip işe nezaret etmesinden anlaşılıyor. Tuhfe-i Hattâtîn’in kaydına göre yazıların istenilen şekilde çinilere tatbik edilememiş olmasından sanatkar üzüntü duymuştur. Bütün bunlara rağmen diyebiliriz ki bu yazılardan, celî sülüs’ün gittikçe ilerleme kaydettiğini, güzelleştiğini anlıyoruz. Harflerin çoğu ideal güzelliklere çok yakındır. (İdeal güzellik ileride Mustafa Rakım tarafından temsil edilecektir.) Mesela bu yazılarda “re, vav, ye” harflerinin yazılışında son derece muvaffak olunmuştur denebilir. Bir “re” nin diğerinden veya bir “ye” nin diğer bir “ye” den hiç farkı yoktur. Ayrıca harflerin çoğunda tatlı bir görünüş vardır. Adeta bunlarda devrinin sülüslerinin tatlılığını buluyoruz. Bu durum, bir muvaffakiyet sayılmalıdır. Zîra Osmanlı hattatlarının asırlar boyu araştırdığı husus, peşinde koştuğu gaye, celî sülüs’ü aynen sülüs güzelliğinde yazma idi. Teknecizade bu muvaffakiyetine rağmen maalesef kompozisyonda fazla muvaffak olmuş sayılmaz. Ancak yazılarda parça parça güzel kompoze edilmiş yerler vardır.
Şeyh Hamdullah Ekolü’nün büyük ustalarınan olan İsmail Zühdî’yi [ö. 1144/1731] de anmadan geçemeyeceğiz. İstanbul surlarının Marmara Denizi’ne bakan kapılarından biri olan Ahırkapı üstündeki 1135/1722-1723 tarihli kitâbe kendisi tarafından yazılmıştır. Hattat, burada harflerin ve kelimelerin duruşları bakımından Şeyh Hamdullah ile Hafız Osman üslubu arasında görünür.
|